Pages

25 Ağustos 2010 Çarşamba

Aşk Ve ceza son bölüm izle

aşk ve ceza son bölüm izle mükemmel bir aşk romanıydı ve diziye dönüştürüldükten sonra bayağı tuttu.Aşk ve ceza son bölüm izle yapısı itibariyle tam bir ağa dizisi olmuş.Bana göre de bu tür diziler Türkiyede daha çok tutuluyor.Çok beğenerek ve ailecek hiç kaçırmadan izlediğimiz dizinin yeni bölümleri kaçıranlar için sitemizden yayınlanacaktır.Sakın ama sakın yeni bölümleri kaçırmayın

9 Ağustos 2010 Pazartesi

Nurgül Yeşilçay kimdir?

Resim
aşk ve ceza son bölüm izle


1976 yılında İzmir’de doğmuşum ama babamın Afyon fanatikliği yüzünden nüfus kağıdımda doğum yerim Afyon olarak geçer. Ve hayatım boyunca sadece bir kere gittiğim Afyon’lu oluveririm.

İki tane ablamdan öğrendiğim en iyi şey okuma yazmadır. 4 yaşındayken okuma, yazma, çarpım tablosu ve bilimum matematik işlemlerini öğrenmiştim. Bundan dolayı ilkokul birinci sınıfı okumadan ikinci sınıfa geçtim (aslında üçe geçecektim ama minyon olduğum için babam istemedi.) O yaşlardaki birisinin noktalama işaretlerini bile doğru kullanarak yazabiliyor olması şaşkınlıkla karşılanmıştı.

İlk taklit denemem “Bakkal İsmail Amca”ydı. Alt dudağı aşağı sarkıtarak konuşursan her evcilik oyununun içine İsmail Amca’yı koyabilirdin o zamanlar.

12 Eylül öncesi evimizi 3 kişiyle paylaşıyorduk. Birisi kızdı. Ortadan ayrılmış uzun güzel saçları ve kocaman fotoğraf makinesi vardı. Onunla bizim fotoğraflarımızı çekerdi. Onlara herkes “anarşikler” derdi. Sonra bu anarşiklerin erkek olanlarından birini damın üstünde polis öldürdü. Son sözü “ah anam!” oldu.(Ve bir yerlerde bi ananın canı yandı.) Biz hiçbi’şey olmamış gibi patates yemeğe devam ettik.

Elektriklerin bol bol kesildiği, babamın karanlıkta bize masal anlattığı dönemlerdi. “Keçi Kız”ı çok severdik. Keşke şimdi de hatırlasa babam, keşke ben de hatırlasam da ışıkları söndürüp oğlum Nejat’ a Keçi Kızı anlatsam.

İlkokul 3. sınıfta girdiğim ‘barış’ konulu bir resim yarışmasında 3. oldum. Ödül olarak fotoğraf makinesi verdiler. Böylelikle resme bi’ süre ara vermek zorunda kaldım.

İlkokul çağlarında en çok ‘noolur beş dakka daha’ derdim. Her sabah uyanırken ve her akşam oyundan koparken.

Ortaokul 1. sınıfın ilk dönemleri, sınıf başkanı seçimlerinde, sınıf başkanı olmak için bütün sınıf parmak kaldırıp, bir tek ben kaldırmadığım için sınıf başkanı oldum. Ama beceremediğim için ikinci dönem değiştirildim. (Hiçbir zaman iktidarı eline geçiren insan rolü oynayamadım çünkü.)

Lise dönemlerinde bir süre izcilik yaptıktan sonra oymak başı oldum. Tam o dönemde Erzincan depremi oldu. Biz yardım etmek için 8 kişilik bi grup olay yerine gittik. Türkiye’nin çok önemli bi gerçeğini, yaşanan sefaleti birebir yerinde görmek çok acı ve üzücüydü.

Bir gün okuldan eve gelirken gördüğüm bi tabela beni içeri taşıdı. İçerde bi ressam ve resim öğrencileri vardı. “Ben de resim yapıyorum benimle de ilgilenir misiniz” diye sordum ressama, o da “resimlerini getir bi bakayım” dedi. Götürdüm, beğendi ve çırak olarak işe başladım. Lise döneminde 3 yıl boyunca gittim. Rakısını, boyasını, fırçasını, bezini ben alıyordum; karşılığında resim yapıp, pek çok önemli sanat kitabını ödünç alıyor; ve sanatçıları öğreniyordum, anlıyordum da. Anlamadığım tek şey “Burası Türkiye” yazan küçük bi kağıttı. Ne demek olduğunu sorduğumda “ilerde anlarsın” demişti. Anladım.

İlk aşk acısı bir ay boyunca yemek yememek, ağlamak, ağlamak ve ağlamaktı. İnsan ilk aşık olduğu kişiyle evlenip çoluk çocuk yapmak istiyor. Ama iyi ki bunlar son aşık olduğuna nasip oluyor. Aradakilerdeyse konuşurken o raddeye gelmek bile “Ah Belinda” sendromu yaratıyor.

Önemsiz platonik bir tiyatrocu yüzünden girdiğim önemli bir okuldu “Eskişehir Anadolu Üniversitesi Devlet Konservatuarı Tiyatro Ana Sanat Dalı Oyunculuk Bölümü”. Çok konuşan, her ortamda dikkat çekmeye çalışan, bol içki tüketen farklı bir ‘klan’la karşı karşıyaydım. Önce garipsediğim bu klana zaman zaman uydum, zaman zaman dışlandım. Ve belki üç beş kuruş kazanırım diye girdiğim “İkinci Bahar” dizisinde önemli rollerden birini oynayarak, aslında okuldaki ölüm fermanımı imzaladım. Ama yılmadım 6 yıl süren bir maceradan sonra üniversite hayatım Eskişehir’den, içinde diploma olan bir koliyle İstanbul’a taşındı.

Bir gün, üniversitedeyken hiç öleceğini düşünmediğimden hep hoyratça davrandığım -bu aralar en çok özlediğim- kişiden şaşırtıcı bir telefon aldım. Annem ilk kez bir yerlerinin ağrıdığını söylüyordu. Size biraz annemi anlatmam gerekiyor: Annem çok iyi niyetli, güvercinlerle, köpeklerle, kedilerle konuşan, rüzgarı dinleyen, gururlu, babama çok aşık, hükümet gibi bi kadındı. Ve asla şikayet etmezdi.

İlk defa bana bi yerlerinin ağrıdığını söylediğinde o yüzden çok şaşırdım ve okuldan izin istedim. Tabii ki vermediler. (Birilerinin birşeyleri anlaması için bazen kurban vermek gerekir)

Haberi almakta gecikmedim.Bir hafta sonra okuldan içeri girdiğimde herkesin yüzünde abartı bir iyimserlik, kötü gün dostu görünme hali vardı ve başım sağolsundu. Hala sağ. Başım.

“ İkinci Bahar”, “hayatımın şansı”. Ama Türkan Şoray, Şener Şen, Uğur Yücel gibi isimlerle çalışınca bir yandan “cool” gözükmeye çalışıp, bir yandan çaresizlik içinde abuk subuk şeyler yapıp, bildiğim her şeyi birbirine dolayıp ‘nerden bulduk bu kızı’ izlenimi yaratmakta gecikmedim. Neyse ki toparladım da bu günlere gelebildim.

Hani eski Türk filmlerinde esas kız ünlü olma yolunda tam küçük bir adım atmıştır ki ünlü bir prodüktörle tanışır ve fonda müzik çalarken sabit kameranın önüne plak kapakları, film afişleri, gazete küpürlerinin yüzlercesi yağar. Ve şehrin dört bir yanında asılı olan esas kızın bol makyajlı billboardlarının önünde avare avare dolaşan esas oğlanı görürüz… Neyse ki benim esas oğlan olmasa bile esas adamım yanıbaşımda. O plak kapaklarını, gazete küpürlerini, film afişlerini ise zaten biliyorsunuz.